Bundan yirmi yıl otuz yıl önce bizim için anlamsız olan pek çok uygulama şu günlerde çok şey ifade ediyor, belki yaşımızın belli bir noktaya gelmesinden, belki iletişim araçları vesilesi ile dünyanın küçük bir köy haline gelmesinden, belki de yeryüzünde yaşayan herkesin çok iyi bir hayat yaşamayı düşlemesinden olsa gerek hepimiz kılı kırk yarmak zorunda kalıyoruz.
Bundan yıllar önce belki ekonomi ve para bu kadar önemli değildi yada para o zamanda önemliydi ancak bizim haberimiz yoktu, ne zamanki belli bir yaşa geldik o zaman farkına vardık ki hayatımızın nerede ise yüzde 90’lık bir bölümü ekonomi ile ilgili.
Rahmetli babam Devlet demir yollarında yol çavuşu olarak görev yapıyordu,
Erzincan’a , Erzurum istikametine doğru dokuz kilometre mesafede ismi “Yoğurtçu durağı” olan ancak hepimizin “Otlukbeli” olarak bildiği istasyona tayin olup eşyalarımız ile birlikte söylediğimiz yere geldiğimizde karşımızda bizim için uygun görülen bir lojman ile yüz metre mesafede toplam üç öğretmeni bulunan bir okul ile karşılaştık.
İlk şaşkınlık atlatıldıktan ve bulunduğumuz şartlara razı olmaktan başka bir çarenin olmadığını görünce değişmez kural haline gelen “Bulunduğunuz yeri ve şartları seviniz, bulunduğunuz yeri ve şartları sevemezseniz mutlu olamazsınız” ifade uyarınca mutlu olmaya karar vermek zorunda kaldık.
Belli bir süre geçtikten ve biz orta okula başlamak için Erzincan’ın şehir merkezine doğru yöneldikten sonra ortada bambaşka bir yaşantının olduğunu gördük,
Yoğurtçu durağında elektrik yoktu,
Çoğunlukla gaz lambasının ışığında geçen akşamlarımız bir akşam babamın eve getirdiği lüks lambası ile biraz daha aydınlanmasına rağmen Erzincan merkezde elektrik vesilesi ile ışıl ışıl olan görüntü bizi daha fazla cezbediyordu.
Erzincan’a geldiğimizin ikinci yılından itibaren bütün kardeşlerimizle birlikte babama “ burada elektrik su yok, yanımızda okuldan başka bir binada yok, biz en azından iç Anadolu’da bir şehir merkezine tayin isteyelim, istediğimiz bir şehir merkezine tayinimiz çıkarsa kefeni yırtarız” şeklindeki teklifimize babam sürekli “Biz buradan çıkar sizin istediğiniz büyük şehirlerden birisinin merkezine gidersek aç susuz kalır per perişan oluruz” cevabını veriyordu.
İşte o andan itibaren bizim hayatımızın bir tarafında “Kefeni yırtmak” diğer tarafında da “Per perişan olmak” düşüncesi hep var oldu ve o günden bu güne kadar kefeni yırtmak ile per perişan olmak arasındaki ince çizgiyi bir türlü netleştiremedik.
Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi bugün dünya olabildiğince küçüldü, bir telefon ekranına sığdırılan dünyada yaşayan kim varsa bulabildiği her yol ile kefeni yırtmaya çalışıyor.
Hakkari’nin en ücra ilçesindeki bir genç kardeşimiz ile İzmir’de yada Trabzon’da yaşayan tüm çocuklarımızın bir kısmı herhangi bir müzik enstrümanı ile bir kısmı başta futbol olmak üzere pek çok spor dalı ile bir kısmı kendisinde bulunduğuna inandığı yeteneklerinden birisi ile kefeni yırtmaya çalışıyor.
Meseleye bu pencereden baktığımızda dünyada yaşayan tüm insanların daha iyi bir hayatı özlediği ve özlediği bu hayata kavuşmak adına var olduğuna inandığı tüm yetenekleri sergileyerek kendisini ve yakın çevresini daha üst bir hayat standardına çıkarmanın mücadelesini veriyor.
Hangi din, hangi milliyet, hangi ırk olursa olsun tüm insanlığın ortak özlemi olan “daha iyi bir hayat” için milyarlarca insan sabah erken saatlerden gece yarılarına kadar koşturup duruyor, mesafe alanlar var ancak çok büyük bir kitle özledikleri hayatı bulamadan bu dünyaya veda edip gidiyorlar.
Bizde hayatımızın hemen her anında kefeni yırtabilmek adına bildiğimiz tüm yolları denememize rağmen amacına ulaşamayanlardan birisiyiz, Ancak belli bir zaman sonra gerekli olan tek ihtiyacın sağlık olduğunun farkına varmış durumdayız.
Bu durum bile bizim için kefeni yırtmak olarak tanımlanabilir.
Yeter ki sağlık olsun.